GAZALİ’DE BİLGİ MESELESİ

Büyük İslâm bilgini Gazalî, çok yönlü bir düşünürdür. O, insanla ilgili hemen hemen her problemle ilgilenmiş ve uğraşmıştır. O, bazen bir din bilgini; bazen kelâmcı, bazen sûfî, bazen de kritikçi bir filozof olarak problemine yaklaşır. Onun bu karakteri, onu bitmek tükenmek bilmeyen bir araştırmacı yapmış, hayatının son on yılına kadar da bu tavrı devam etmiştir.

Bu arada Gazalî, başkalarının tutarsızlıklarını araştırırken, zaman zaman kendisinin de bazı tutarsızlıklara düştüğü görülmüştür. Onun ele alarak çözmeye çalıştığı çeşitli problemlerden birisi ve en önemlisi de hiç şüphesiz ki “bilgi meselesi”dir. O, bu meseleyi başarıyla sorgulayıp temellendirmeye çalışmış ve bu konuda bazı farklı sonuçlara da varmıştır.

Gazalî’nin bilgi meselesine yaklaşımı, daha ziyade bilginin kaynağı, imkanı, alanı, sınırı, değeri, geçerliliği vb. gibi hususları içermektedir. Onun bilgi meselesiyle ilgili olarak önemli gördüğü ve açıklığa kavuşturması gerektiğine inandığı bazı temel noktalar vardır. Bunlar: bilgi için güvenilir ve sağlam bir metot bulmak; bilgiye bir sınır tayin etmek; aklı yine kendisiyle eleştirmek; verdiği hükümlerin ve duyulara dayanan bilgilerin hata ihtimali taşıdığını, akılla Allah’ı bilmenin mümkün olmadığını ve O’nu bu yolla temellendirmenin güvenli bir yol olmadığını bilmek ve Allah’ı bilmenin esas yolunun ise ilhama dayalı Allah’ın kalbe yansıttığı nur olduğunu kabul etmektir.

A-Bilgi Nedir?

Gazalî’nin bilgi temellendirmesinde, başta Kur’an ve hadis olmak üzere, kelamî, felsefî ve sufi kaynaklardan azami derecede faydalandığı görülür. Ona göre, insanda bilginin meydana gelmesi, modern bilgi nazariyesindeki gibi iki tarafın, insan (süje) ve insanın dışındakilerin (obje) karşılıklı bir ilişki içine girmesi sonucu ortaya çıkar. Gazalî, süje olan, bilen insanı, ilk bakışta farklı anlamlar ifade eden kavramlarmış gibi görünen, ancak hemen hemen aynı anlama gelen akıl, ruh, nefis, kalp (gönül) gibi çeşitli kavramlarla karşılamaktadır. Ona göre kalp (süje), renklerin suret ve şekillerine nispetle ayna ne ise, bilginin hakikatına nispetle de kalp aynıdır. O rengin sureti aynaya yansıyıp aynada görüldüğü gibi, her bilinenin bir hakikati ve her hakikatin de bir sureti vardır. İşte bu suret kalbin aynasına yerleşir ve orada açığa çıkar. Burada, “kalp”, “eşyanın hakikatı” ve bu “hakikatın kalpte ortaya çıkması” gibi üç ayrı unsur vardır. Bilen (süje) eşyanın hakikatının kendisidir; bilgi de eşyanın hakikatının kalp aynasında tezahürü, kendisini göstermesidir.

Gazalî, süje-obje arasında kurulan ilişkiyi “kılıç”, “el” ve “tutma” misalinde de tekrarlar. Onun burada önemle vurguladığı bir husus vardır; o da bilgi hadisesinde; yani süje-obje ilişkisinden ortaya çıkan üç unsurdan biri olan bilgiden etkilenen ve farklılaşan sadece süjedir; objede ise bilinmekten ve bilgiye konu olmaktan dolayı herhangi bir değişme söz konusu değildir. Burada objenin de süjeye doğrudan bir müdahalesi olmamaktadır; çünkü obje süjeden bağımsız olarak varlığını devam ettirir. Mesela ateşi algılayıp onun bilgisine sahip olan bir kimseye ateş hulul etmez; bilgisine sahip olanı bu bilgiye sahip olması sebebiyle de yakmaz; sadece bilende ateşin hakikati ve mahiyetine uygun olan sûretler meydana gelir. Gazalî bu hali ayna misali ile temellendirmeye çalışır; nasıl ki ayna karşısındaki bir insan bizzat aynaya girip de oraya yerleşmiyor da, sadece o insana uygun olan sûret aynaya yansıyorsa, tıpkı bunun gibi, bilgi de bilgiye konu olan nesnenin hakikatına uygun bir sûretin kalbe yerleşmesidir.

Gazalî bilginin meydana gelmesinde bilen, bilinen ve bilgi gibi üç unsurun bulunması gerektiğini belirtmekle beraber; bilginin oluşması için mutlaka süjenin objeyle ilgilenmesi, onunla bir alaka içine girmesi gerektiğini vurgular. Bazen bilginin meydana gelmesinde, bu unsurların bir arada olması ve alakanın bulunması da yeterli olmaz. Çünkü Gazalî’ye göre kalpte hem bilginin, hem de iman nurunun ve marifet bilgisinin ortaya çıkabilmesi için süjenin sahip olması gereken bazı nitelikler vardır. Eğer süje bu niteliklere sahip değilse, yine bilgi meydana gelmez veya iman nuru kalpte parlamaz. Süjeye bağlı bu eksiklikleri Gazalî, yine ayna benzetmesiyle ifade etmeye çalışmaktadır. Bunlar:

-Aynadan kaynaklanan eksiklikler, ya da aynanın yeterince cilalanıp parlatılmaması,

-Ayna yansıtma özelliğine sahip olsa bile, onun kirli, tozlu, paslı olması,

-Aynanın bilgiye konu olacak obje tarafına döndürülmemiş olması,

-Ayna ile obje arasında görüntüyü bozan engel olması,

-Aynaya yansıtılacak şeyin hangi yönde olduğunun bilinmemesi,

Bu şartlar altında sağlıklı bir bilginin ortaya çıkabilmesi için hem süje, hem de objenin belirgin bazı özellikler taşıması gerektiği ortadadır. Çünkü objenin bilinebilir olması yanında, süjenin de bu bilme işlemini, bilgiye dönüştürmesi için bir takım niteliklere haiz olması gerekmektedir. O zaman, böyle bir süje, bilgiyi hangi kaynaktan ve nasıl elde edecektir? Hangi kaynaktan elde edilen bilgiler daha güvenilir; doğru ve bizi yanıltmayan bilgilerdir? gibi vb. soruların cevabını Gazalî’de ararsak, karşımıza, epistemolojinin en temel problemlerinden biri olan “bilginin kaynağı”, ile “bilginin değeri” problemi çıkar. Acaba Gazalî bu problemlere nasıl yaklaşmaktadır?

B- Bilginin Kaynağı:

Gazalî’ye göre insan, dünyaya gelirken, dış dünyadan habersiz ve herhangi bir bilgi ile de donatılmamış olarak gelir. O, bütün bilgilerini, tamamen bu dünyaya geldikten sonra kendi imkanları veya çabalarıyla elde eder. İnsanın dünyaya geldikten sonra sahipolacağı üç çeşit bilgi elde etme yolu vardır; yada bilgi elde etmek için üç kaynak vardır. Bunlar duyu, akıl ve kalbî veya tasavvufî bilgilerdir.

İnsanı kuşatıp çevreleyen dış dünya, heterojen bir yapıya sahiptir. İnsana, bu dünyayı algılaması, tanıması ve idrak etmesi için duyu organları ile idrak gücü verilmiştir. Gazalî bilgiye konu olabilecek olan nesneleri, objeleri duyularla algılanabilen ve akıl yürütme ile bilinebilen diye ikiye ayırır. Ona göre akıl yürütmeyle bilinebilen varlık dünyasında, duyuların doğrudan bir etkisi söz konusu değildir.

a. Gazalî insanda bilgiye kaynaklık edebilecek bir şekilde ilk teşekkül eden şeyin duyu organları olduğunu belirtir. Bu duyulardan bazen önem ve teşekkül bakımından dokunma duyusu ilk sırayı alınırken, bir başka yerde, görme duyusu öne geçer. el-Munkız’da ilk yaratılan duyunun, dokunma duyusu olduğu belirtilir. İkinci sırada ise duyular dünyasını en geniş şekilde algılayan görme, onu işitme, tatma ve koklama duyuları takip etmektedir. Gazalî’ye göre duyulur dünya ile ilişki kurmak ve onu idrak merhalesi yedi yaşına kadar sürer. Yedi yaşına gelinceye kadar çocuk sadece dış dünyayı algılar; yedi yaşından sonra onda temyiz gücü meydana gelir; bu aşamada duyulur dünyanın dışında bulunan ve duyularla algılanamayan bazı şeyleri idrak etmeye başlar. Demek ki Gazalî’ye göre yedi yaşına kadar her durumda bize sadece duyu dünyasının bilgi kapıları açıktır. Biz hayatımızı ve dış dünyayı bu bilgi imkanı ile şekillendirmeye ve anlamlandırmaya çalışırız. Ancak yedi yaşından sonra bize yeni bir bilgi edinme imkanı daha doğmaktadır. O da, duyulur dünyayı aşan varlığı idrak ederek algılamak ve arkasından da aklın yaratılmasıyla daha üst varlıkları idrak etme ve bilgisini elde etme imkanıdır.

Gazalî’ye göre insanda yaş ilerledikçe bazı duyular zayıflar; buna karşılık bazıları da güçlenir. Mesela 40 yaşından sonra koklama duyusu hassaslaşıp artarken, görme duyusu zayıflar. Gazalî bu oluşumu yine de keskin bir kurala bağlamaz; çünkü bu durumu ortaya koyabilecek birçok sebebin olabileceğini belirtir.

b. Bilginin kaynağı meselesinde Gazalî’nin ikinci merhalede akıl bilgisine yer verdiği görülür. Bunun nedeni ise insanda önce dış dünyayı, nesneler dünyasını algılama özelliğinin yaratılması, daha sonra temyiz gücünün ve akıl safhasının yaratılmasıdır. Aklın yaratılmasıyla insan, vacipleri, caizleri, muhal olan şeyleri ve bundan önceki devirde kendisinde bulunmayan bir takım halleri idrak eder. Gazalî, “aklı”, insanı diğer canlı ve hayvanlardan ayıran en önemli bir ayırımı olduğunu belirttikten sonra, yine aklı cehaletten kurtaran, insanı burhan ışığı ile şeytanın vesveselerinden koruyan, insana has bir güç olduğunu belirtir. Bu gücü Gazali, insan düşünceleri için bir ölçü olarak kabul eder; o sadece gaybla ilgili, gelecekte vuku bulacak hadiseler ve metafizik alanda aklın verdiği hükümlere yeterince güvenmez; onun dışındaki hükümlerini doğru bulur. Çünkü ona göre Allah aklı “nur” olarak nitelendirmiştir.

Gazalî’nin akla vermiş olduğu önemin bir şekli de, bilginin kaynağı olma noktasında akla yüklemiş olduğu önemli görevle ortaya çıkmaktadır. Gazali İhyâ’da ilmin kaynağının, doğduğu yerin akıl olduğunu belirttikten sonra, yapmış olduğu bir benzetme ile bilginin kaynağının, doğduğu yerin ve esasının akıl olduğunu; akla nispetle bilginin; ağaca nispetle meyve; güneşe nispetle ışık gibi olduğunu dile getirmektedir.

c. Gazalî’de akıldan bir sonraki merhalede bilginin kaynağı, “Allah’ın insanın kalbine attığı nur, verdiği ilham” merhalesidir. Bu konuda Gazalî “bilmiş ol ki: İlmin yeri kalptir. Kalp derken, bütün uzuvlarımızı sevk ve idare eden nûranî ve manevî benliğimizi kastediyoruz ki, bütün uzuvlarımızın hizmet ve itâat ettikleri bu kalptir.” demektedir. Burada duyu, deney ve aklı aşan bir bilme gücü ile karşılaşmaktayız. Bu açılan yeni gözle gaybı, duyulara konu olmayan varlıkları, aklın ermediği ve onu aşan şeyleri görmek mümkün olur. Çünkü, Gazalî’ye göre, bu alanın bilgisini akıl devşiremez; zira aklı aşan bu alan, nübüvvet alanıdır. Bu alanın bilgilerine sahip olmak, birçok kişinin duyu, deney ve akıl imkanlarını aştığı ve onun bilgisini bu yollarla elde edemediği için bazı kimseler bu alanın bilgisini inkar yoluna gitmiştir. Gazalî bu inkarın bilgisizlikten kaynaklandığını belirtir.

Gazalî, kalbe nur şeklinde doğurtulan bilginin muhatabının sadece peygamberler olmadığını, onlarla beraber böyle bir bilgi imkanının evliya için de söz konusu olduğunu belirterek, “velilik” ile “peygamberlik” arasında yakın bir ilişkinin bulunduğunu temellendirmeye çalışmaktadır. Ona göre, veli ve peygamberin hakikati ve gerçek bilgileri kavramaları, eğitim ve öğretim yoluyla değil, belli bir ön hazırlıktan sonra Allah’ın hakikati, gerçek bilgiyi o insanların kalplerine doğurtması, ilham etmesiyle sağlanmaktadır.

Gazalî’ye göre böyle bir bilginin doğuş süreci şöyle bir metotla gerçekleşir; önce insan nefis mücadelesine girişir, sonra kötü sıfatları yok eder; her şeyden alakayı keser ve bütün varlığı ile Allah’a yönelir. Bu gerçekleşince de Allah kulunun kalbine hakim ve sahip olur; Allah kalbe hakim olunca oraya rahmetler, hakikatler akar ve nur kalpte parlamaya başlar.

Gazalî, kalpte hakikat nurunun parlaması için önce süje olan insanın bu bilgiye yetenekli olmasını, sonra da Allah’ın bu bilgiyi kuluna vermeyi irade etmesini şart koşar. Bu iki şart gerçekleşmedikçe gerçek bilgi kalpte tezahür etmez.

Gazalî’ye göre, acaba bütün insanlarda ortak olan ve bir bilgi kaynağı olarak kabul edilen duyu ve aklın bu kalbî bilgi ile bir ilgisi var mıdır? Sorusuna şöyle bir cevap bulunabilmektedir: Kalpte Allah’ın suretinin hasıl olabilmesi, bazen duyular dünyasından, bazen de Levh-i mahfuzdan gelen yansımalara bağlanmaktadır. Levh-i mahfuz ile kişi arasındaki perde kalkınca oradaki bilgiler doğrudan kalbe aksederler; bu durumda duyular bilgisine gerek kalmaz. Eğer insan illa da duyular dünyasından gelen, duyulur algılara yönelip onlara itibar ederse bu onun Levh-i mahfuza bakmasını ve bu yolla bilgi almasını engeller.

Gazalî, duyu organlarını kalbin her zaman emrinde olan askerler olarak görür. Yine duyu organlarını, kalbin Allah’a gidişini sağlayacak olan bir binit olarak kabul eder. Ona göre, duyularla kalp dış dünyaya açılır ve duyuları, dış dünyayı tanımak için birer vasıta olarak kullanır. Sadece duyu bilgilerine değil, akıl ve tecrübe bilgilerine de kalbî bilginin ihtiyacı vardır. Bu bilgiler kalbî bilgiye bir ön hazırlık ve zemin hazırlar; sonuçta bu bilgiler daima birbirlerine karşı bir ihtiyaç içinde bulunurlar.

C- Bilginin Değeri:

Acaba Gazalî’ye göre duyu, deney ve akıl bilgisinin bir değeri ve geçerliliği var mıdır? Varsa bu bilgiler ne kadar, ne ölçüde ve nerelerde geçerlidir? Bu bilgilerin, kalbî bilgi yanındaki değeri ve geçerliliği nedir? Kalbî bilginin onlarla bir ilgisi var mıdır? Yoksa Gazalî için, tek geçerli ve güvenilir bilgi, kalbî bilgiden mi ibarettir?

Gazalî, bilgiyi güvenilirlik ve geçerlilik açısından üçe ayırır. Bunlar kesin bilgiler (yakinîyât), inançlara dayanan bilgiler (itikadât) ve zannî bilgiler (zanniyât)’dir. Gazalî’nin bir sonraki aşamada ortaya koymaya çalıştığı şey ise, doğru bilgiye temel teşkil edecek olan doğru düşünmenin kurallarını belirlemektir. Bu bağlamda Gazali, akılla, tasdik türleri aracılığıyla elde etmiş olduğu bilgileri, güvenilirlik ve geçerlilik açısından bir sınıflamaya tabi tutar; daha sonra da bu kategorilerin bilgi değerini şöyle sıralamaya çalışır:

Yakîn, şüpheye mahal bırakmayan, aklın hakikati doğrudan bildiği, doğruya ulaştığı hususunda emin olduğu bilgilerdir. Gazali’ye göre yakîn, hakiki burhanı ifade eder; onu çelişkili kılmaya ve yalanlamaya imkan yoktur.

Kesin bilgi ve sarsılmaz inanç (itikadât) bilgilerinin bu güvenilirlik ve geçerlilği nereden kaynaklanmaktadır? Gazalî kesin bilgi ve sarsılmaz inanca dayalı bilgileri mantıkta tasdik türleri dediğimiz türlere göre belirlemeye çalışmakta ve bu tasdik türlerinden evveliyât (ilk temel bilgiler), müşahedât (iç gözlem), mahsusât (dış gözlem), tecrübiyât (deneyler) ve tevatürle elde edilen bilgileri kesin ve güvenilir bilgiler; vehmiyât ile meşhurâtı ise kesinlikten uzak bilgi çeşitlerinden sayar. Bu yaklaşımıyla Gazalî, bilgi meselesiyle, özellikle de bilginin değeriyle surî mantık arasında yakın bir ilişki kurmaya çalışır. Sağlam ve güvenilir bilgi edinme yolunda sonderece metodik bir çaba sarfeden Gazalî, doğru bilginin araştırılıp ortaya çıkarılmasında işe “şüphe” ile başlar. Onun bu şüphesi, bir çeşit hakikatin ortaya çıkarılmasında kullanılan bir yoldur; bir metottur; Descartes’ın ifadesiyle bu şüphe metodik bir şüphedir. Çünkü o gerçek bilginin nerede olduğunu belirlemeye çalışırken, bütün dinî ve felsefî doktrinleri incelemiş, bunların ortaya koyduğu bilgileri sağlam ve güvenilir bulmadığı için de onları şüphe ile karşılamıştır. Onun şüphe ile yaklaştığı ilk alan duyular dünyasıdır.

a. Duyu ve deneye dayanan bilginin değeri, geçerlilik ve güvenilirliği ile ilgili olarak Gazalî bazı farklı çözümler önermektedir. Ona göre insan, 0-7 yaş arasında tamamen duyuların yönlendirdiği bir insan olarak karşımıza çıkar. Gazalî hakikat araştırmasında ilk elde ettiği bilgilerinin de duyulara dayandığını ifade eder. Ancak zamanla ortaya çıkan duyu bozuklukları ve idrak yanılmaları sebebiyle duyu verilerine güvenilemeyeceğini söyler. Ama bu demek değildir ki Gazalî, duyu bilgilerine hiç güvenmez ve onları hep geçersiz sayar. O tasdik türlerinden “mahsusât-ı zâhire” denilen dış dünyaya açılan duyu organları vasıtasıyla elde edilen bilgileri doğru ve kesin bilgiler olarak kabul eder. Mesela “tuz beyazdır”, “güneş yuvarlaktır” gibi bilgilerimizin açık bilgiler olduğunu; ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bazen süjeye bağlı duyu hatalarının bu güvenilirliği sarsmakta olduğundan söz eder. Ancak ona göre, bu duyu hatalarını akıl aracılığıyla düzeltmek her zaman mümkündür.

Gazalî, tecrübe yoluyla elde edilen bilgileri de kesin ve güvenilir bilgi olarak görür. Çünkü ona göre bu tecrübeler, birbirini takip eden iki olayın defalarca tekrarlanması sonunda ortaya çıkmaktadır. Mesela “ateş yakar”, “taş yere düşer”, “duman yukarı doğru yükselir”, “su, susuzluğu giderir” vb. gibi hükümler tecrübe sonucu elde edilen bilgileri gösterir. Deney sonucu elde edilen bilgiler, sadece duyulara dayanan bir bilgi değildir. Duyular, bu tür bilgilerin sadece hammaddelerini sağlar; akıl ise bu duyu verilerine dayanarak genel hükümler ortaya koyar.

b. Akıl bilgisinin değerine gelince, Gazalî akıl bilgisini duyu bilgisinden bir merhale daha yukarıda ve güvenilir bulmaktadır. Çünkü akıl, duyulara dayanan bazı yanılgılar ve yanlışlarla, vehimler sonucu ortaya çıkan boş hükümleri düzeltir. Akıl, insana, düşünme özelliğini kazandırarak, onu hem dinî, hem de ahlakî bir sorumluluk altına sokar.

His, vehim ve aklı, insanda eşya ve olayları bilme, idrak etme gücü olarak gören Gazalî, bunlardan his ve vehme yeterince güvenmez. Aklı ise insanı cehaletten kurtaran, onu, burhan ışığı sayesinde şeytanın vesveselerinden koruyan önemli bir insanî güç olarak görür. O, daima akıl ilkelerine dayalı, bizi yanıltmayacak bir ölçek, bir düzenleme, bir mihenk ortaya koymak ister. Öyle ki bu ölçüler, bilinmeyenlere uygulandığında, o ölçekler vasıtasıyla elde edilen sonuçlardan şüphe edilmesin. Ona göre, her zaman doğruluğundan asla şüphe edemeyeceğimiz tasdik türlerinden “evveliyât” buna bir örnek teşkil etmektedir. Çünkü evveliyât, doğrudan akıldan çıkan a priori bilgilerdir. Yine insanın kendi varlık şuuruna sahip olması; çelişik iki önermeden biri doğru kabul edilince, diğerinin yanlış olması; ikinin birden büyük olması, vb. gibi. Bu bilgiler duyu algılarına dayanmayan, aklın yine kendisine dayanarak ortaya koyduğu ve ancak akılla kavranabilen bilgilerdir.

Gazalî Mişkâtu’l-Envar’da eşyanın derunî ve bâtınî sırlarına ancak akılla ulaşılabileceğini, akıl için uzaklık ve yakınlık gibi bir mesafenin olmadığını ve Allah’ın nurundan bir nur olduğunu belirtir. Gazalî yine, duyu organlarından göz ile akıl arasında bir mukayese yaparak, gözün görmede yedi noktada hata yapabileceğini, aklın ise en gelişmiş duyu organı olarak kabul edilen gözün bu hatalı durumu karşısında, yedi noktada üstünlüğe sahip olduğunu belirtir. Aklın bütün bu üstünlüklerine rağmen, Gazalî’ye göre akıl, ancak doğru yolu ve hakikati, dinin yol göstermesiyle bulabilir; din de ancak akıl ile temellendirilebilir. Zira akıl temel, din ise bina gibidir; nasıl ki bina olmadıkça temelin bir anlamı kalmazsa; temel olmayınca da bina ayakta duramaz. Asıl itibariyle din hariçten bir akıldır; akıl da içten bir dindir. Din aklı kaybederse ondan hiçbir şey çıkmaz; gözün nurunun kaybolmasıyla, ışığın kaybolması gibi, din de kaybolur. Eğer aksi olur da akıl dini kaybederse, ışıksızlıktan gözün görememesi gibi, akıl da pek çok şeyi görmekten aciz kalır.

Gazalî akla, idrakler, din ve ahlâk dünyasında büyük bir değer ve önem verdiği halde, aklî bilgilerde bazı çelişik hükümlere rastlandığını, sonuçta aklî bilgilerden de şüphe ettiğini, çünkü aklın bütün müşkilleri çözemediğini ve halli zor meselelerden perdeyi kaldıramadığını belirtir. Ona göre, duyu ve aklın bilgileri insanı zaman zaman yanıltabilir. İnsanın bu şüpheden kurtulmasının tek bir yolu vardır; o da iman yoludur; Allah’ın kalbe attığı nur ile kalbin hakikatleri doğrudan ve ispatsız olarak birdenbire kavramasıdır.

c. Bütün ilmî ve felsefî incelemeleri sonunda Gazalî, gerçek ve apaçık olan bilginin akıldan değil, Allah’ın kalbe ilham ettiği nur ve sezgiden meydana geldiğini belirtir. Böyle bir bilgi ise sıradan bir takım insanların işi değildir. Bu yeteneğe ve vasıflara sahip olan insanda farklı bir bilgi kaynağı olan “kalp gözü” açılır; bu gözle insan gaybı, görünmeyeni ve aklın ermediği, aklı aşan şeyleri görüp bilir. Böyle bir durumda kalp gözündeki perde kalkar ve keşifler yapılır. Kalbe garip ilimler ilka olunur. Bu niteliklere hâiz insanda, kalp ile hakikat arasındaki perdenin kalkması tamamen insanın ihtiyar ve iradesinin dışındadır. Bu nedenle Gazalî en makbul ve en üstün bilginin doğrudan ve vasıtasız olarak kalbe doğurtulan bu kalbî bilgi olduğunu belirtir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Gazalî’ye göre kalp, bütün eşyanın hakikatlarının kendisinde tecellisine kabiliyetlidir. Bu bazen duyular aracılığıyla olur; bazen tecrübelerimiz ve aklın istidlâl imkanlarıyla olur; bazen de herhangi bir delil ve çabaya ihtiyaç kalmaksızın doğrudan kalpte meydana gelir. Duyu organlarıyla elde edilen bilgiye duyu, aklın duyular üzerindeki aklî bir etkinliği sonucu ortaya çıkan bilgiye tecrübe bilgisi, doğrudan aklî istidlâllere dayalı bilgiye akıl bilgisi, kalbe vasıtasız ve çabasız olarak doğrudan doğan bilgiye de ilham bilgisi denir.

Bu bilgilerden delillerle temellendirilen, istidlâllerle elde edilen bilgiler bilginlere ait bilgilerdir. Öğrenmeden, o anda bilgiye ulaşmak için bir çaba sarf etmeden elde edilen bilginin nereden geldiği bilinmezse, buna ilhamî bilgi, bunu alana velî denir. Bir de bu bilginin sebebini ve onu getiren, kalbe ilka eden meleği görmekle mümkün olan bilgi vardır ki buna vahiy bilgisi, sahip olana da peygamber denir.

Gazalî bu yollarla elde edilen bilgilerden her birinin bir geçerlilik alanı olduğunu, ancak bunlardan gerçek ve değişmeyen hakikat yolunun, üçüncü yol olan kalbî bilgi yolu olduğunu belirtir. Ona göre, vahiyden sonra gelen, ilham yolu insana derin bir itminan sağlar. Ancak, kalbe üflenerek veya doğrudan doğurtularak verilen bilgi (ilham), sahibinden başkasını sorumluluk altına sokamaz.

Gazalî’nin kalbî bilgi yolu, yahutta mükâşefe yoluna bazı itirazlar yapılmıştır. Gazalî, bu tip itirazların olabileceğini düşünerek, bu itirazlara bizzat kendisi yer verme ihtiyacı duymuştur. Öncelikle Gazalî, mükâşefe yolunun açılması için bazı sufîlerin bütün dünyadan, her şeyden, ilimden, hatta Kur’an ve hadisten elini çekerek sadece zikirle meşguliyeti yeterli görmelerini, bu yolda yapılan ilk yanlış olarak nitelendirmektedir.

İkinci olarak da, nazar ve ibret sahiplerinin, kalbî bilgi ve keşif yolunun mümkün olduğunu kabul ettikleri halde; ancak bu yolun çok güç ve zor bir yol olduğunu, geç netice verdiğini, bütün şartları sağlamanın ise oldukça güç bir ihtimal olduğunu ileri sürerler ve bu iş gerçekleşse bile devam ettirilemeyeceğini ve küçücük bir vesvesenin dahi bu hali bozacağını öne sürerler. Aynı zamanda, bu nefis mücahedesi esnasında, bazen mizacın bozulacağı, aklın karışıp bedenin hastalanacağı, riyazet ve ahlâkı olgunlaştırma sonucunda kalp gözü açılmaz, keşif hasıl olmazsa, kalbe bazı fesatların ârız olacağı, gönlün ona takılarak yolundan iyice uzaklaşıp beklentilerinin sonuçsuz kalacağı da belirtilmektedir. Bu yolda nice sufîler vardır ki uzun yıllar hakikat hayelleriyle yaşadıkları halde, kalbî keşif bilgisine ulaşamamışlardır. Bu nedenle aklî yol, nazar yolu bilgi edinmek için kalbî keşif yolundan daha garantili ve güvenli bir yoldur.

Gazalî bütün bu ihtimallere rağmen, gerçek bilgi yolunun, kalbî bilgi, keşif yolu olduğunu, böyle bir bilgi imkanının da daima olabileceğini samimiyetle savunmaktadır.

 

Prof.Dr. Hüsameddin ERDEM
husameddinerdem@ihlas.net.tr

 

Son Günceleme:08,04,2006
Web Design:Ö.Faruk ERDEM

omferdem@hotmail.com